inanılmaz bir performanstı, pretty girls make graves. hiç bu kadar uzun süre dinleyememiştim müziklerini. bi iki dinler değiştirirdim hep. bir iki de favori şarkıları vardı ancak benim için. ama, inanılmaz bi performanstı. daha içtenini görmedim nicedir. basçıları sıyırmış, acayip bi adam. günün adamı. adamı t-shirt satarken gördüm konser başlamadan, sakinsakin, sanki hayatı boyunca t-shirt satmış da bezmiş gibi. bir de sahnede. terleri üstüme sıçradı. bakakaldım adama. bi ara sahneden zıpladı, yanımdaki arkadaşımın ellerini tutup çırpmaya başladı. herkes korktu, onlar da çırpmaya başladılar. ama tüylerim diken, noluyorsa.
bişey daha var. ön grup,
night canopy (seasick casanova ve tell me you been lying dinliyoruz hemen buradan). seattle'dan. nefislerdi. pretty girls make graves'in bateristi ve bir bayan, adını bilmiyorum. albümleri de yokmuş henüz, ama bir kayıtları elimde artık. bir süre vakit geçirebilirim bununla.
kahvaltıyı ben de seviyorum. evimde olsam, bin sene önce sahaftan falan alıp da okumadığım edebiyat dergilerinden birini kapar, rafinerine gider, bir ziyafet çekerdim. evet adı ziyafetti. kahvaltının. çok sevdiğim bir arkadaşım bunların hepsini benim için yapıyor gerçi. düşüncelidir. arasıra çok kızdırır fakat. mazereti de hazır, hep karım olacak değilmiş. ponpon.
muhteşem bir illustrasyon. psikolojik füg falan yaşamak istiyor insan, düşününce.
- i am building a world for you.
bu ana bile nasıl hüzün karışabilir, anlamıyorum. belki de son sene içinde canımı en çok sıkan ödevi teslim ettim . odamda oturmuş cotes du rhone ile peynirimi kemiriyorum. tam burjuvayım işte. mogwai - friend of the night bu gece ben dışarı çıkana kadar arkadaşlık edecek bana. pretty girls make graves konseri izleyeceğim gece, winnipeg'in en boktan barında. sarhoş olmak için geçerli bir sebep.
şu mogwai konserine neden gidemediğimi hiç anlamıyorum. okyanus aşırı konserler de hiç bu kadar can yakmamıştı. inanılmaz bir konser olacağına binbir bahse girebilirim.
bugün son 2 aydır dördüncü kez kedi gördüm. kaçtı. evime muhteşem çiçek geldi, canım da öyle sıkkındı, kokusu bir geldi, sevindim. odamdaki en canlı şey hala. papatyaları var.
evime bir şey daha gelmişti bundan bir kaç hafta önce. oldukça gizemli bir biçimde. başucumda duruyor, dertleşmeden uyumuyorum geceleri. öyle seviyorum.
sanırım şimdi biraz bu şarkıyı dinlemem lazım. şarabımı bitirmeliyim. bazı şeyler için hiç zorunluluk eki bile gerekmiyor aslında. kendini, ve kendin için kurduğun dünyayı o kadar iyi biliyorsun ki. bazı insanların, sadece bazılarının, hep hayatında kalması gerektiğini o kadar iyi biliyorsun ki, o kadar olur.
canım elif'i özledim ben, çok. o banyoda dursun saçını boyasın, ben de internetten insan zaplayayım falan istiyorum. derslerden kaçırsın beni istiyorum, dedikodu falan yapıp okul müzisyenleriyle dalga geçelim. gece yatakta korku filmi oynayalım. "ya lüften ya lüften ya."
- peki, neden böyle hep? neden böyle olması gerekiyor ki, neden hep biri gitmeli?
- ne sanıyodun, kendine takım kurabileceğini mi?
hazin'an 06
"I don't want to have to do this living. I just walk around. I want to be swept off my feet, you know? I want my children to have magical powers. I am prepared for amazing things to happen. I can handle it. "
Me and You and Everyone We Know.
bugün uyandım, diye bloguma başlayacaktım tam, oha miray dedim. aynen böyle. salak mısın yahu yeter, dedim. uyanmak ya şimdi bu, böyle zor bişey, bildiğin zor. her neyse. mesela ben uyanınca bir süre anlamıyorum neler olduğunu, o yüzden sevinemiyorum zoru başardığıma. gün içinde hepsi daha fazla macera olarak geri dönüyor oysa.
elliott smith bir yandan bir şeyler fısıldıyor kulağıma, gecenin ikinci yarısı. bazı insanları böyle kulaklıkla dinlemeyi daha çok seviyorum bu yüzden. etrafımda benden başka duyanın olmadığını düşünmek, daha fazla üzüyor beni. sadece üzülmesi gereken benmişim gibi.
zoom out. şarkıyı değiştiriyoruz. beni üzen insanlardan kaçmayı sonunda öğrenebildim sanırım. sen kalk, 3 sene psikoloji oku. bir insanın gazete ve dergiden toplayıp uyguladığı -ve hiçbir zaman işe yaramadığını düşündüğün- kendinle başa çıkma yöntemlerini hala öğrenme. yazık be, çok kızıyorum. ama artık öğrendiğim için her şey yolunda.
bıraktım şimdi bunu. yağ almak için dışarı çıktım, havuçlu kek yapmak istedim bugün, artık şişko olduğumdan ve daha gözümü açar açmaz tüm gün evde durma kararı aldığımdan. dışarı çıktıktan sonra tir tir titreyeceğimi garantileyen incecik bir palto almışım üstüme. hep geri döneceğimi bildiğimden. hayatımızdaki en saçma şeyleri hep geri döneceğimizi bildiğimizden yapıyoruz zaten. insan bu yüzden sahiden acayip bir yaratık ama bir palto için gözünü çıkartmaya değmez. kek istemiş kızcağız.
the bay gidilen yer, buranın en işlek caddesinde kocaman bir bina. gitmek istediğim yer market, marketi göstermelerini rica ediyorum o yüzden. herkes başarılı, ama tam oraya yönelmeden 4.99$'lık kitaplara çarpıyor sol göz. malüm sağ gözüm bişey görmedi bugün beni sinir ettiğinden. -kutuya tıkamadım ki ağlamaya devam etsin, değil mi sayın küçük iskender?-. bir ton polisiye kitabı ve evet, lawrence block'un hırsızlama serisinden bir kitap ilişiyor yine göze. -flash back, lise tenefüsleri ve cihangir'de sürekli baharat kokan, ella fitzgerald çalan bir ev, eski sevgili-. "the burglar who studied spinoza"yı cebimdeki beş dolara değişiyorum hemen. bernie rhodenbarr ile tekrar buluşma fikri bir heycanlandırıyor, bir heyecanlandırıyor beni. gönlümü çalsın, vaktimi alsın istiyorum tekrar. ama önce, nick hornby'den "how to be good" bitirilmeli, hem de hiç acele etmeden. zaten bin ödevle gel de kitap oku. vicdanı bırak, evde dalga geçiyorlar zaten. ben de amma sorumsuzmuşum kardeş. ağlatıyor beni bu.
market'ten yağ alınacaktı. o olmadan, bir kitap bir de winnie the pooh'lu bir boxer'ım oldu (winnie ile artık hemşeriyiz). hatta babannem finci, "güzel bişey kızların baksır giymesi" dedi. sevindim ama söylemedim. eşşeğim ben de bazen. yağ mağ reyonunu bulamadan elimdeki
sepet doldu bile. 3 çeşit müsli almışım ki hiç sevme-zdi-m. yoğurt ve ananasla birlikte yiyince yemeye doyamadım. ve sonra vazgeçilmeyen meyve, portakal. gördüğüm yerde almazsam olmaz. öyle. yanımda
mandalina seçen bir kadın bırbırbır konuşuyor bir yandan. ben de bir tane seçip ona verince, teşekkür ediyor. çok naziğiz. ve nikola ile karşılaştığım an. cognitive development sınıfımda bir çocuk, malezyalı. alışverişin geri kalanına onla devam ediyoruz, poşetlerimi eve kadar taşıma teklifi getirdi bile, buradaki en nefis insanlar hep malezyalılar. tabii gülüyor bana, dalga geçiyor o kadar şeyi taşıyamayacağımı bildiğim halde neden aldım diye. ona bu terkedilmiş buzevi winnipeg'de geliştirdiğim bazı hastalıklardan bahsetmemeye karar veriyorum ben de. bailey'sli kahveyi haketti günün sonunda. ev arkadaşlarımı bile sevdiğini söyleyebilirim çocukcağızın, 2 saat içinde 5 kelime etse de. msn'imi aldı. biriyle tekrar görüşmek istemiyorsak telefonunu, istersek de msn'ini alırız düşünceleri geçti aklımdan. yani birine "msn'ini alabilir miyiiiiiiim?" diye sorduğumu hatırlamasam da yapacağım şey o olur sanırım. zaten iyice uyuz oldum ben, ne kimseyle görüştüğüm ne msn'e girdiğim var. hiç arkadaşca değil.
çok sıkıldım ve günün henüz yarısı bitmişti. nikola gitti, odama çıkıp binbir salak youtube videosu izledim. finci'yle tek kale maç yaptım. elliott smith dinledim, televizyonumu açmadım, ve uyuma planları yaptım (yaklaşık 2 saat kadar önce). bir de panic! at the disco videosu izledim ve adamları daha da çok sevdim. hastaları oldum. kardeşimin dinlediği grupları dinliyor olmam kendimi bir tuhaf hissettiriyor zamanında götüboklu grupları dinleyip durduğu için.
sonra kanada'nın duman'ı alexisonfire'in gecenin bir yarısı için yeterince gaz ve güzelce olan zira dünyanın en kötü videoları arasına giriş yapabilecek kadar çirkin video'ya sahip şarkısı
this could be anywhere in the world dinledim bir çok kez. şimdi mutfağa gidip bu gürültü neyin nesi onu öğrenmek istiyorum.
dün yeterince dramatikti, bugün iyi. acıbadem'de evdeki yeşil renkli bir anı geldi aklıma ama bugün anımsama belleğim tamamen doldu, başka bir tarihe aktarıyorum. bir anının en son hatırlanması, neye benzer acaba, nasıl tamamen unutulur gibi sorular şu an aklımı karıştırmaya başladı bile, gidip bir sigara içeyim. günde 1 sigara sağlığa hiç bu kadar yararlı olmamıştı. sandık kelimesini ne zaman görsem gülmek isterim ama şimdi ne duydum ne gördüm, neden güldüğümü bilmiyorum yani, belki güldüğüm şey sandık bile değildir. ve hayır sarhoş ya da "uçuyor" falan da değilim. hayırlısı.
- ne zaman duysam içimi cızcız ettiren kelimeler nasıl oluyorsa renkleniyor bu sayfada, teknoloji bir tuhaf (kelimeler sanki değil).-
5 senelik blog'umu tek tuşla sildim. önce bir üzüldüm, sonra geçti. bir kere daha üzüldüğümde de böyle olmuştu. o yüzden artık daha çok sıkılıyorum kendimden. her neyse. yaz baştan -yapıcı ol-.
tek uyuşturduğun şeyin heyecan eşiğin. etraftaki tüm uyuşturucular ona çalışıyor. yükseliyor, yükseliyor sürekli.. o ne kadar yükseliyorsa sen o kadar sıkılıyorsun kendinden. heyecan eşiğine çalışan, etrafındaki uyuşturucular ne kadar pahalıysa, o kadar ucuz bir insana dönüşüyorsun zamanla. geçmişi hatırlayıp üzülüyorsun. "mutluluk yaşanmaz, anımsanır" sözü en sığınabileceğin şey gibi görünüyor ama kendi mantığına uymadıkça hiçbir şeye inanmaman gerektiğini de biliyorsun. sonra farkediyorsun ki, mantığına uymayan bir şey yok. işte zehirlendiğini farkettiğin an bu. panzehirin de ilk semptomları gösterdiğinden beri geliştirmeye başladığın umursamama mekanizmaları. hiçbir şey o kadar kötü değil. olup biten her şeyi uydurdun. şu 10 saniye içinde düşündüğün tüm bunlar yoğurtla birlikte buzdolabına giriyor. işe yaradılar işte, mekanizmaların. umursamadın. bağıramadın. ve eşik daha da yükseldi.
düşüş bu kadar güzel olabilir mi?
sabah dans ederek bir şarkıya uyandın. kollarını, gövdeni, bacaklarını umursamazca bıraktın şarkının akışına.
durdun. söylenecek bir şey henüz söylenmediğinden, ve daha fazla bunu "beklemiyormuş" gibi görünemediğinden. yüz kaslarına yenik düştüğünden. aynaya baktın.
"hiçbir şey o kadar kötü değil" dedi, özlediğin kişi.