a gentle reminder

Ekim 20, 2006

 

memory lane

bugün uyandım, diye bloguma başlayacaktım tam, oha miray dedim. aynen böyle. salak mısın yahu yeter, dedim. uyanmak ya şimdi bu, böyle zor bişey, bildiğin zor. her neyse. mesela ben uyanınca bir süre anlamıyorum neler olduğunu, o yüzden sevinemiyorum zoru başardığıma. gün içinde hepsi daha fazla macera olarak geri dönüyor oysa. elliott smith bir yandan bir şeyler fısıldıyor kulağıma, gecenin ikinci yarısı. bazı insanları böyle kulaklıkla dinlemeyi daha çok seviyorum bu yüzden. etrafımda benden başka duyanın olmadığını düşünmek, daha fazla üzüyor beni. sadece üzülmesi gereken benmişim gibi.

zoom out. şarkıyı değiştiriyoruz. beni üzen insanlardan kaçmayı sonunda öğrenebildim sanırım. sen kalk, 3 sene psikoloji oku. bir insanın gazete ve dergiden toplayıp uyguladığı -ve hiçbir zaman işe yaramadığını düşündüğün- kendinle başa çıkma yöntemlerini hala öğrenme. yazık be, çok kızıyorum. ama artık öğrendiğim için her şey yolunda.

bıraktım şimdi bunu. yağ almak için dışarı çıktım, havuçlu kek yapmak istedim bugün, artık şişko olduğumdan ve daha gözümü açar açmaz tüm gün evde durma kararı aldığımdan. dışarı çıktıktan sonra tir tir titreyeceğimi garantileyen incecik bir palto almışım üstüme. hep geri döneceğimi bildiğimden. hayatımızdaki en saçma şeyleri hep geri döneceğimizi bildiğimizden yapıyoruz zaten. insan bu yüzden sahiden acayip bir yaratık ama bir palto için gözünü çıkartmaya değmez. kek istemiş kızcağız.

the bay gidilen yer, buranın en işlek caddesinde kocaman bir bina. gitmek istediğim yer market, marketi göstermelerini rica ediyorum o yüzden. herkes başarılı, ama tam oraya yönelmeden 4.99$'lık kitaplara çarpıyor sol göz. malüm sağ gözüm bişey görmedi bugün beni sinir ettiğinden. -kutuya tıkamadım ki ağlamaya devam etsin, değil mi sayın küçük iskender?-. bir ton polisiye kitabı ve evet, lawrence block'un hırsızlama serisinden bir kitap ilişiyor yine göze. -flash back, lise tenefüsleri ve cihangir'de sürekli baharat kokan, ella fitzgerald çalan bir ev, eski sevgili-. "the burglar who studied spinoza"yı cebimdeki beş dolara değişiyorum hemen. bernie rhodenbarr ile tekrar buluşma fikri bir heycanlandırıyor, bir heyecanlandırıyor beni. gönlümü çalsın, vaktimi alsın istiyorum tekrar. ama önce, nick hornby'den "how to be good" bitirilmeli, hem de hiç acele etmeden. zaten bin ödevle gel de kitap oku. vicdanı bırak, evde dalga geçiyorlar zaten. ben de amma sorumsuzmuşum kardeş. ağlatıyor beni bu.

market'ten yağ alınacaktı. o olmadan, bir kitap bir de winnie the pooh'lu bir boxer'ım oldu (winnie ile artık hemşeriyiz). hatta babannem finci, "güzel bişey kızların baksır giymesi" dedi. sevindim ama söylemedim. eşşeğim ben de bazen. yağ mağ reyonunu bulamadan elimdeki sepet doldu bile. 3 çeşit müsli almışım ki hiç sevme-zdi-m. yoğurt ve ananasla birlikte yiyince yemeye doyamadım. ve sonra vazgeçilmeyen meyve, portakal. gördüğüm yerde almazsam olmaz. öyle. yanımda mandalina seçen bir kadın bırbırbır konuşuyor bir yandan. ben de bir tane seçip ona verince, teşekkür ediyor. çok naziğiz. ve nikola ile karşılaştığım an. cognitive development sınıfımda bir çocuk, malezyalı. alışverişin geri kalanına onla devam ediyoruz, poşetlerimi eve kadar taşıma teklifi getirdi bile, buradaki en nefis insanlar hep malezyalılar. tabii gülüyor bana, dalga geçiyor o kadar şeyi taşıyamayacağımı bildiğim halde neden aldım diye. ona bu terkedilmiş buzevi winnipeg'de geliştirdiğim bazı hastalıklardan bahsetmemeye karar veriyorum ben de. bailey'sli kahveyi haketti günün sonunda. ev arkadaşlarımı bile sevdiğini söyleyebilirim çocukcağızın, 2 saat içinde 5 kelime etse de. msn'imi aldı. biriyle tekrar görüşmek istemiyorsak telefonunu, istersek de msn'ini alırız düşünceleri geçti aklımdan. yani birine "msn'ini alabilir miyiiiiiiim?" diye sorduğumu hatırlamasam da yapacağım şey o olur sanırım. zaten iyice uyuz oldum ben, ne kimseyle görüştüğüm ne msn'e girdiğim var. hiç arkadaşca değil.

çok sıkıldım ve günün henüz yarısı bitmişti. nikola gitti, odama çıkıp binbir salak youtube videosu izledim. finci'yle tek kale maç yaptım. elliott smith dinledim, televizyonumu açmadım, ve uyuma planları yaptım (yaklaşık 2 saat kadar önce). bir de panic! at the disco videosu izledim ve adamları daha da çok sevdim. hastaları oldum. kardeşimin dinlediği grupları dinliyor olmam kendimi bir tuhaf hissettiriyor zamanında götüboklu grupları dinleyip durduğu için.
sonra kanada'nın duman'ı alexisonfire'in gecenin bir yarısı için yeterince gaz ve güzelce olan zira dünyanın en kötü videoları arasına giriş yapabilecek kadar çirkin video'ya sahip şarkısı this could be anywhere in the world dinledim bir çok kez. şimdi mutfağa gidip bu gürültü neyin nesi onu öğrenmek istiyorum.

dün yeterince dramatikti, bugün iyi. acıbadem'de evdeki yeşil renkli bir anı geldi aklıma ama bugün anımsama belleğim tamamen doldu, başka bir tarihe aktarıyorum. bir anının en son hatırlanması, neye benzer acaba, nasıl tamamen unutulur gibi sorular şu an aklımı karıştırmaya başladı bile, gidip bir sigara içeyim. günde 1 sigara sağlığa hiç bu kadar yararlı olmamıştı. sandık kelimesini ne zaman görsem gülmek isterim ama şimdi ne duydum ne gördüm, neden güldüğümü bilmiyorum yani, belki güldüğüm şey sandık bile değildir. ve hayır sarhoş ya da "uçuyor" falan da değilim. hayırlısı.

- ne zaman duysam içimi cızcız ettiren kelimeler nasıl oluyorsa renkleniyor bu sayfada, teknoloji bir tuhaf (kelimeler sanki değil).-

Comments: Yorum Gönder



<< Home

Archives

10/2006   11/2006   12/2006   01/2007   02/2007   03/2007   04/2007   05/2007   06/2007   07/2007   09/2007   11/2007   12/2007   01/2008   05/2008   06/2008   09/2008   10/2008   03/2009   05/2009   09/2009   01/2010   08/2010  

This page is powered by Blogger. Isn't yours?