zamanla her şey nasıl da karmaşıklaşıyor. çocuk miray'ı düşünüyorum bazen ben. kokularla, egonun arsız idiyle, akılsızlığıyla filan hareket ederek ilerde bir şey yapacağını ve dünya'yı kurtaracağını filan düşüyor. neyden kurtaracaksa? bir yandan da hınzır gibi işte kazıyor "akıllandıkça" o kokuları, duygularıyla eşleştirmeyi bildiği düşüncelerini filan zihnine. annane hırkası çok acayip bir nesne onun için. gül teyze çok önemli bir insan. kemal sunal'ın cihangir parkında film çekiyor olması dünya'nın en inanılmaz olayı. büyüyünce her şeyi bileceğini filan düşünüyor. büyüyünce hayatın çok daha farklı olacağını mesela.. aşık olduğu adamın fotoğrafını gösteren teyzesine ve öğretmeninin evine gittiğinde evdeki kokuya, duvardaki tablolara filan baktıkça.
köfte patates apartman çocuklarıyla sosyalleşmek demektir ve hatta "kapıcı çocukları" bile gelebilir evimize. kafama bit zıplatmadığı sürece sınıfın en fakir çocuğunun yanımda oturmasının bir mahsuru yok, ama dikkatimi dağıtıyor. evi okulun içinde olduğu için ve tenefüslerde evine gidebilen tek öğrenci olduğu için herkes iyi geçiniyor onunla. sinir hastası bir annesi var ve sabahın dokuzunda, tam da penceremizin önüne gelip bir önceki günün tüftüf savaşının kritiğini bağıra çağıra yapan çocuklara bu yüzden bi güzel, küfürlü müfürlü posta koyuyor. utanıyor kızcağız.
ilkokuldan sonra göçebe hayat başlıyor. apartmanımızın önündeki yarısı mavi, yarısı pas demirlere bakakalırken hareket ediyor araba ve o anı daha sonra hiç hatırlayacağını bilmeden ağlamaya başlıyor çocuk. gözyaşlarını bile saklamayı beceriyor, taşınmanın çocuğun kendi arzusunun da olduğunu aklından geçirebileceklere ve bir söz diyeceklere, ya da demeyeceklere karşı. bu çocuk epeyi "güçlü" filan büyüyor çünkü. büyüklerin ne konuştuğunu hiç merak etmiyor çünkü zaten bunların hiçbirini duymasında bir sakınca yok.
işte bu yüzden bombanın pinini çekiyor o da (pim mi yoksa? ne o?)
neden yazdım ki bunları ben, alakasız,
pencereden bakınca öyle oluyorum, kesin 90 yaşında hissediyorum ben kendimi öyle yapınca.
lanet günler geçirdim nevyork'a geldiğimden beri. ilk hafta ucuz oteller aramakla ve süper hijyenik olmaya çalışmakla geçti. allahım, mikropları gördüğümü sanıyorum artık ben. obsesif kompülsif olmaktan manyak gibi korkuyorum ve ellerimi yıkamaktan derim soyuluyor artık. sonra 2 hafta boyunca harlem'in de üstü, washington heights yöresinde kaldık kardeşimle. kardeşim nerden çıktı ya? hiç hesapta yoktu o. hesapta olunca sinire de dokunmuş sayıldı, kedi köpekten farkımız yok.
işte, washington heights'da, dominikli bir adamın evinin bir odasında kaldık. hem de accayip ucuza, en boktan otellere günlük verdiğimiz parayı haftalık kalmak için ödedik, düşünün artık. ama adam ingilizce gülüyor, ispanyolca hörlüyordu resmen. nitekim ingilizce de bilmiyordu, işte, iyi biriydi o yüzden. hatta bana fasulyeli (kuru olanından, ki nefret ederim) pilav verdi. hatrı için onu bile yedim. fakat bir problem vardı, ve beni çileden çıkartmaya yetti. bu kadar huysuzlaştığımı hatırlamıyorum. resmen sinir küpü gibi geziyordum tüm gün, gece 'gürültüden' uyuyamamaktan, ev arama stresinden, bir yandan okuma yapmaya çalışmaktan vesaire.
sonunda bir ev buldum. hem de süper bir yerde. okulun hemen bir blok ötesi. seinfeld barı da 2 blok ötesi. bir de aşık olduğum bir macar kafesi var köşede, orda da geveze bir şişko tabii. her kafenin demirbaş bir şişko gevezesi olur. ev evet, enfes. ve içinden çıkasım hiç yok. yağmur filan yağıyor dışarda, kahvemi alıp, adeta son 2 haftanın yorgunluğunu atmak için ayakları nereye uzatacağımı bilemez bir halde, hayatımı burda geçirmek istediğimi filan düşünüyorum. maya subletledi bize evini, o da fadi'den subletlemiş. lüblanlılar. fadi evin sahibi, yani sanırım. doktora öğrencisi. avrupa'da ama şu an. lacancı, zizekci biri olmalı hatta. duvarımda bir zizek posteri, bir de lakan kitapları var raf düşmesin diye altına yerleştirdiği. bir stüdyo apartman burası ve elbette ki dünya'nın en güzel yeri.
evim şatom benim. böyle nasıl koyunda yer etmeye çalışırsınız, oynar da, oynaşır da durursunuz rahatsız rahatsız, işte öyle delirdim ben evle. her şeyi en az 4 kez siliyorum her gün. siliyorum böyle, mis gibi oluyor, oh diyorum. oh. içime fekalet bir rahatlık geliyor o an, işte asıl korkum da bundan. öyle fena rahatlatıyor ki beni bu. halbuki, ulan hırto, bir dur ya. elalemin evini şurda iki ay zapt edecen, köle oldun içinde! onlar da o kadar pisletmeselermiş gerçi be. öyle rahat ediyormuş onlar da işte, ben iki dakka rahat duramam. mikropları görmeye başlıyorum filan. böyle çizgisini yapıyorlardı ya, sizi hasta etmeye çalışan, erol taş musibetinde kötücül mikroplar, bakteriler. aman aman, fenalaştım ben yine.
beni görürsen arkanı dön ve yürümeye devam et. kaçacak yerim yok zira benim.
columbia universitesi maceralarım daha sıkıcı olamazdı. evet okul enfes, aklımı filan çıkardı. resmen kalbinde şehrin, ve özeniyorsunuz elinizde değil. hem bana verdikleri kartla şehrin çoğu müzesine beleş filan girebiliyorum, o da süpere yakın. ama araştırmaları nası yürüttüklerine bakınca hayal kırıklığına uğradım. social cognition (cognitive neuroscience ünitesi) labı için geçerli yani bu. empati üzerine şimdi stajyerlik ettiğim araştırma. deneklere video filan gösteriyoruz. scr'ını, kalp atışını filan ölçüyorsunuz fizyoloji kriterleri olarak. ama gösterilen videolarda "rol" yapan insanlar var, tiyatro öğrencileri filan konuşuyor işte hayatlarındaki olaylar hakkında. denekler de videodakilerin hissediyor olabilecekleri duyguları rate ediyorlar filan. ama sahte işte. sonra bu araştırmaları, koskoca journallarda filan basıyorlar, insanlar böyle böyle empatik diye. yani zoraki gülümsemenin ve içten olanın bile beynin farklı bölgelerinden gelen komutlarla şekillendiğini düşününce, ve hep olmasa da çoğu zaman insanlar tarafından 'kandırıldığımızı' (evet! video'ya konuşmazken bile) düşününce, e böyle mi oluyormuş yani bilimsel metodla varılan genellemeler filan diye düşüncelere gark oluyorsunuz. sıçarım ben öyle araştırmaya işte. bana fon versinler, sırf bir journal'da basmak üzere yüzeysel güvenilirliği 'yeterince' sağlayabilmiş araştırmalar yapmayayım. daha güzel şeyler yapayım ben. valla, süper olur benden. çok meraklıyım, bir sürü sorum da var.
aman yahu. iş konuşmayacağım...... zaten yavaş yavaş blogun sonuna geliyormuşum gibi bir his geldi. mantı yersen şarkı çalmaya başladı. bir akdeniz mutfağı buldum burda, evime de yakın. patlıcan salatası filan var. aynen böyle yazıyor. "patlıcan salatası". okuyunca, oha türkçe filan oluyorsunuz yani. canavar küreselleştirici amerika ülkesi vatandaşı olmayan her kimse böyle şeyler yaşıyor bence, öyle ya da böyle bir şekilde, mütemadiyen. türk yemeğini mönülerine koymuşlar, vay canına (fin yemeği mi koysalar iyiydi akdeniz mönüsüne!). adını bile değiştirmemişler. gerçi öyle ya, çoğu yunan bizim yemeklerin. neyse, yedim ben o patlıcan salatasını. çok da sevdim, afiyet oldu filan yani.
bu evde de çekmecede türkçe bir şey buldum. pratik sarımsak soyucu. vay anasını, bunu yapsa yapsa türkler yapardı filan dedim haaha. böyle dediğim için de kendimden hemen tisskindim. zira artık her boku "burası türkiye" diye haklı çıkaran tipler gördükçe ölüp cehenneme gitmek istiyorum hemen. he ya, türkiye, ah türkiye, vah türkiye. dokuzuncu dünya ülkesi, vah yavrusu. bakmayın işte, derdim var galiba, saçmalıyorum bazı. afrika'da doğsaymışım mesela keşke ben, afrika melezi olsaymışım. dünya balondan olsaymış, istediğimizde söndürseymişik, patlak-saymışız. değilseymiş.
alaska hakkaten soğuk bir yer olmalı.
yarın chinatown'a gidip kaşık çatal almam lazım, sonra sırf o çatal kaşıkları kullanmak için yemek yaparım. sanırım ben inanılmaz hamarat bir insanım. biliyorum. beni alan yaşadı. dertlerini de boşadı. mest de oldu üstelik. (bunu yazarken mest olmuş bir insan geliverdi hemen gözümün önüne. öyle biriyle evlenmek istemiyorum ben.)
ha işte, çatal kaşık. böyle çatal kaşıklı cümleler şey gibi geliyor, kral çıplak gibi mi diyeyim? ne bileyim, öylemsi geliyorlar bazen.
kral çıplak, çatal da kaşık! hahah. resmen edebi.
lady & bird'den stephanie says şarkısını çekiyorsunuz, royal tennenbaums müzüğü. çekmiyorsunuz tabii biliyorum ben. tembel filansınız. aman diyorsunuz. işte o amanları mafederim ben.