evrimsel psikolojiye dair yazacağım ilk yazının bu kadar sığ olmasını istemezdim, neye sinirlendiysem artık. güzel şeyler yazıcam fakat. üşenmeyeceğim. sınavlarım bitti ama hala aptal bir yük taşıyormuşum gibiyim. bu aptal yükle tüm gün interneti zaplayıp, film izleyip, çay içip kitap falan okuyabiliyorum ama. kitapçılara gidip istediğim dergilerin hiç birini bulamayıp kıl oluyorum, saçlarımı teker teker yolup kasiyere yediriyorum ve evime dönüyorum - miray gürgen (bu da gülmen gereken an vomitiiive.)
sınavımın bittiği gün de, bir saat uykuyla, orhan pamuk semineri okuyup, yarım kalan şarabımı yudumlayarak ağladım, sarhoş oldum. hemen uyudum. rüyamda bavul görmedim.
dün tekrar bir tool, apc hastalığına tutulduğumdan olsa gerek, gecenin ilerleyen vakitlerinde
the noose yine beni bir tuttu. kafanı yorganın altına sokarsan kulaklıklarla, karanlıkta, tutar tabii. apc tutulması diyoruz biz buna hatta. apc tutulması, noose etkisi. sonra korkunç rüyalar gördüm ya. tek hatırladığım şey neredeyse, bembayaz ve oldukça tüylü bir kedi. cebimde bir silah. neden silahım olduğuna dair hiçbir fikrim yok. apartmana giren iki kişiyi öldürüyorum. insan öldürüyorum yani. kedi için her şeyi yapıyorum, manyak mıyım neyim. delirmişim ben. insan öldürülür mü ya? tüm rüya boyunca kıvran kıvran dur sonra. kabustu yani. cidden çok rezaletti, ömrümden çaldı şu cinayet.
winnipeg'in en ucuz marketinden alışveriş yapmak için -30 derecede 15 dakika yürüyüp, haftada en az 2 kere sushi yediğimizi biliyor muydunuz? pes evet. yani burda kessen gitmeyenler var o markete. haah. giant tiger. ikinci el sucuk falan satıyorlar. abartıyorum. ama cidden bildiğin derbeder marketi. zaten haftada 2 gün sushi yiyince buzdolabını da çok doldurmaya gerek kalmıyor. ama meyve krizleri olan bir insan olduğumdan kelli, ondan vazgeçmek zor. neyse sushi restoranına gittik bugün dini sözlükle, gaku yani. ben yine japon kültürü ile ilgili sorularımla boğuyorum. tam önümüzde de 90 yaşında arasıra sushi hakkında laf attığımız amca sushi sarıyor. bize biraz komiklik yapınca ben de hemen ismimi falan söylüyorum ona. vay be süper falan diyor çünkü mirai japonca'da "gelecek" demek. sonra ben de ona, gaku'nun beni keklemeye çalışması üzerine, "japonya'da musluklardan yeşil çay mı akıyor?" diyorum, gaku da yeşil çayları sushi barına püskürtüyor o an. adam önce fena bir kahkaha patlatıp ardından, "ne, nası yani?" diyor. gaku'nun dediği restoranlarda yeşil çay fıçıları gibi bişey olduğu, ama adama soruş şeklim bizim yatır çeşmeleri falan gibi yeşil çay çeşmeleri olup olmadığı. yok tabii öyle bişii. biliyordum olmadığını. o kadar da salak değilim.
ve iştee peti !
paper yetiştirme vakitlerinde, "30 bin kelime nası yazacaz" panik ataklarıma hızır gibi koşan peti. yaz arkadaşım, diye başlar, eheh. 30 bin kelime nası yazacaz. insan olan yazamaz. neyse ki bitti. atkısına baksanıza ya, ne şeker. göbeği de yastık. bir de aslında kendisi osman abi. peti dediğime bakmayın. osman abi nası peti oldu? ya da dur, peti nasıl nail gürgen oldu? ahhaha. çok eğlendim. 30 bin kelime nası yazdım. yaz evladım. önce eksi beşbin derecede dışarı çıkar, karın üstüne yatarım. sonra kalkar üstümü temizler, kahkaha atar, bakana da posta koyarım.. 30 bin kelime nası yazdım. .
işte böyle. bu dönemin de sonuna geldik. bol bol portakal, armut yedik. binlerce çay, kahve içtik, sushi yedik. hep yemek yani. işim gücüm yemek. tanıyanlar bilir. hep boğaz. anca boğaz. tek yapmam gereken şey artık tez konuma karar vermek. bir de the fountain izledim, biraz kabala öğretilerini inceleyip, 40 6 ve iki üstüne düşüneceğim. film nefisti ama, anlayamadığım şekilde bir loop var ki canımı sıktı. hem yoruma açık, hem değil, hem açık olup olmadığı belli değil. neyse, bu kabala öğretileri ışık tutar belki ama film tekrar izlenmeli. kısfmet.