a gentle reminder

Kasım 30, 2006

 

THE DEARS THE DEARS THE DEARS THE

yılbaşı hediyesi olarak bir paket muhteşom çikolata aldım, tesadüf ki aslında ben de kendime hediye bir paket çikolata almıştım. ÇİKOLATA NE GÜZEL ŞEY YA. şimdi odamda 2 paket çikolata var ve demin bir paketi açtığımda fark ettim ki çikolataların her birinin köşesini ısırmışım. böyle çamur bir insanım. ama kimse yemesin diye yapmadım tabii, yoksa bizim evde yamyamlar var çikolatayı sirkeye batırsam da yerler. hepsinin tadını merak edip sabırsız davrandığımdan işte.

bugün de erkkkkküüüüün'üün dediklerini hatırlayarak, hazır canım da istemişken, gidip şarap alayım dedim. son zamanlarda da çoooooook para harcadığımdan paramı saydım ve gördüm ki çok yokmuş. ucuz bir şarap aldım ama ne şarabı? portekiz. sanki biraz asitli kendisi ama güzel kokusunun ekşiliğini gizlediğini fark ettiğim nadir şaraplardan biri. çok sevdim. bugün şarap içip "fiziksel çekiciliğin evrimsel temelleri" konusu hakkında 25 sayfalık paper'ımın 12. sayfasından yazmaya devam edeceğim. tonlarca kitapta, kağıda yazmam gereken dışındaki bölümleri okuyup "hmm, ilginç" falan derken bulursam kendimi, çıkıp şu -21 derecede 5 dakika koşma cezası verecegim sanırım kendime. kendimi kendime. fair play.

THE DEARS meselesine gelelim. kendileri quebec'den bir indie band. bu insanların iki tane albümü var. no cities left ve gang of losers diye. kendileri her ne kadar son albümleri olan "gang of losers"ı daha çok başarılı buluyorsalar da, sanırım no cities left sahiden, tesadüf bir albüm olmuş, şaka gibi. mis! yani aynısını yapmak için uğraşsalar bin sene, çok zor. interpol, explosions in the sky, biraz bush, biraz tindersticks falan ne kadar muhteşem grup varsa bir tınısını duyar gibi oluyorsunuz sanki ve bu başlı başına bir başarı bence. sahiden benzediklerinden de değil zira (bunların arasında sadece interpol'e gerçekten benzediklerini söyleyebiliriz), sadece o grupların hepsi karışsa zaten çok kendine has bir sound çıkarmış da onu başarmışlar gibi. who are you? the defenders of the universe diye bir şarkılarını duymuştum ilk ve öyle başladı bu hastalık. yaklaşık 2 hafta önce de konsere geldiler ve ertesi gün inanılmaz işlerim olduğu halde konsere son gidecegim dakikaya kadar çalışıp koştum sonra. süperdi. hepsi simsiyah giyinmiş vs, acayip karizmatik duruyorlar sahnede. tek kelime yok, ne merhaba ne bişey. 4. şarkının sonunda bir dinleyici "napyonuz yahu beheey" diye bağırdı, herkes koptu resmen, ona rağmen bile tek kelime etmediler. acayip de komik bir basçıları var, adam yüzüme bakıp gülüyordu resmen, ben de gülüyordum salak salak. sonra bi daha baktı gülmedim geri, üzüldü önüne baktı falan. ahah. çocuk gibiydi adam resmen. çıkışta da bizim güruhla baya saçmasapan muhabbet ettiler. her neyse. THE DEARS sevelim. bir de anlayamadığım bir şey bu grubun neden hiç yankı yapmadığıdır hala, hakettikleri ilgiyi görmüyorlar şimdi bir sürü kıçı boklu grupla karşılaştırınca.

dün evimizde sarhoş olma günüydü ama mızıkçılık yapıp tüm gün rachel's dinledim. rachel's üstüme resmen yapışıyor bazen. sahiden, en azından haftada bir kere, bir parçalarını dinlemezsem insan olamıyorum.

bir de bloga gelen yorumlardan başka bloglar keşvediyorum ki ayrı seviniyorum. yatmadan önce bakacak bir iki blog sitesi daha ekliyorum bukmarka. hatta bir blogda kadıköy maceraları okudum ki resmen, resmen, istanbul'un özlemini boğazımda yumruk şeklinde hissettim. dedim ki hatta, bir tripte (hera) olsam sıcak şarap içip nefis müzikler dinlesem, bir karga'ya gitsem bira içsem falan, canım öyle sıkıldı ki. istanbul'a aşığım sanırım ben. cidden. geçen gün not defterimde rasladım, itiraf etmişim.

neyse çok sallandım. lütfen hepimiz, iyi insanlar olmaya çalışalım. kötülük çok çirkin bişey.

Kasım 26, 2006

 

its just a slow day moving into slow night.

kulağımda müzik, ıssız sokakları biir bir gezerken sokak lambalarının yerdeki karları nasıl parlattığını görmek resmen gülümsetiyor beni. havaya bakıyorum ve kar değil, sim yağıyor resmen. minik minik, sonsuz sim gökyüzünden düşüyor sanki. pırıl pırıl. bu tür zamanlarda kendime hiç laf anlatamadığımı fark ediyorum.

gidip amelie izleyecegim şimdi hemen.

Kasım 23, 2006

 

gel eylül, gel yine çal kalbimi .

sabaha kadar paper yaz. 14 dakika yaz 12 dakika oyalan. başka türlü yazamazsın. ancak böyle yazabiliyorsun çünkü belki de. kendine kızma. olumlu ol. rahatla. meditasyon yap arada. arada 15 dakika kestir. şarkı söyle. aynaya bak, mimiklerine. gülkendine.

sabah paper'ı bitir. diğer prezentasyonuna çalışmaya başla. uyumazsan da söyleyeceğin tek şeyin "in this papereo oebe eob" olacağı ihtimalini de aklının bir yerinde hep bulundur. ki 2 saat uyuyabilesin. ama evden ya da sokaktan bir komşuna "beni şu saatte uyandırmazsan sonraki hayatımı mezarda geçirebilirim" de, mutlakkaa. çok yorgunsan biri kapına vurmadan uyanamazsın. biri "uyan hadi. günaydın bak, gün güzel." demeden uyanamazsın.

uyandırıldım ve gittim, canım japon. paperımı verdim, koştum diğer sınıfıma sunum da süperdi gözlerimin acıması dışında. bazı çekici insanların çok çirkin insanlarda ne bulabileceğini falan düşündük. evrimsel kaygıları içselleştirdik.

eve geldim veçokmutluydum çokyorgun olmama rağmen. tüm gün, tüm gün boyunca motivasyonumu süsleyen sushi hayallerimi gerçekleştirmeliydim. kaptım tüm şiir kitaplarımı koştum restorana. şiirler ve sushi günü öyle bir kurtardı ki, huzur geldi oturdu omuzlarıma. bardaklarca yeşil çay da cabası. evime döndüm, odama geldim, kapıda bir poşet asılı. bir de içinden cezve çıkmasın mı? oh gosh. bildiğin cezve yahu. ağlayacaktımresmen. boktan geçeceğine şüphen olmayan bir gün seni nasıl daha fazla yanıltabilirdi haydi cevabını ver bakalım. ben de tv ile uykuya düşeceğim .

Kasım 20, 2006

 

parçalara ayır, analiz et, birleştir

steven pinker 21. yüzyılın en önemli isimlerinden biri olmaya adaydır kanımca. kendisi kime ait olduğunu bilemediğim bir şey söyledi bir röportajında, "philosophy is the subject, is the study of problem that the human mind is incapable of understanding." ve hah dedim. çok ukala olsa da sanırım doğruluğuna diyecek bir kelimemiz olamaz, zira yanıtı bulunmuş hiçbir felsefik soru bilmiyorum. sırf, oldukça meteryalist çıkarımlarım yüzünden de çoğu metafizikçi bilmemne arkadaşlarımla da kavga ediyorum. bilimsel işleyiş ya da bilim felsefesi hakkında bir bok bilmeyen insanların oturdukları yerden bilim ve bulguları hakkında ahkam kesmelerine de uyuz oluyorum. böyle cinler geliyor tepeme.

neyse. ama bazı soruların o kadar güzel işlenişi var ki, soruyu unutuyoruz çünkü sorunun edebi yöntemle açıklanışı aynı zamanda cevap görevini de görebiliyor. varoluş hakkında ne demiş, ne kadar doğru demiş bu büyük adam bir bakalım,

"The whole foundation on which our existence rests is the present—the ever-fleeting present. It lies, then, in the very nature of our existence to take the form of constant motion, and to offer no possibility of our ever attaining the rest for which we are always striving. We are like a man running downhill, who cannot keep on his legs unless he runs on, and will inevitably fall if he stops; or, again, like a pole balanced on the tip of one’s finger; or like a planet, which would fall into its sun the moment it ceased to hurry forward on its way. Unrest is the mark of existence."

Arthur Schopenhauer
, On the vanity of existence.

Kasım 19, 2006

 

iki türk bir japon bir gün çet ediyorlarmış.

chat parasutler vol. 3

fincan, ben ve biricik japonumuz gaku. kendisi tek kelime türkçe bilmez. fincan diyaloğa katılır, gaku'yla da ilk konuşmasıdır ayrıca ..

fincan {hamsi tava yaparim} says:
they tolld me that they're gonna dispatch someone for that
parasutler says:
dispatch ne yahu
fincan {hamsi tava yaparim} says:
Gaku, i'm switching to Turkish to explain what the hell dispatch means
parasutler says:
ahhaha
fincan {hamsi tava yaparim} says:
polis gondericez demek
parasutler says:
thanks for the announcement
Gaku says:
dont worry i can read Turkish
parasutler says:
ahdklajdlsdfj
parasutler says:
ay krize girdim
fincan {hamsi tava yaparim} says:
holy shit
fincan {hamsi tava yaparim} says:
nasiil yani turkce okuyabiliyor mu bu?
fincan {hamsi tava yaparim} says:
yalancinin ebesini tavuklar ziplatsin mi gaku?
Gaku says:
oh yeah
Gaku says:
oh yeah
fincan {hamsi tava yaparim} says:
ok you passed he test
Gaku says:
laksjfdla
parasutler says:
jdkshjlksjdflşjsdfişlfdşkgfnkghioö rpoceporvökg
parasutler says:
allah kahretsin .
Gaku says:
huh


- diyaloğun burasında ben zaten paralize olmuştum. ama bitmedi sayın seyirciler. geberdim gülerken, boğuldum resmen. -

Gaku says:
ok i have no idea what the hell is honda civic
Gaku says:
maybe i am not Japanese
fincan {hamsi tava yaparim} says:
LIAR!
Gaku says:
I think i am from Turkey actually
fincan {hamsi tava yaparim} says:
hmm
fincan {hamsi tava yaparim} says:
what's your name than (or then, i' ve never been able to learn which one is which)
Gaku says:
turkish one or Japanese one?
fincan {hamsi tava yaparim} says:
rofl
fincan {hamsi tava yaparim} says:
turkish one
parasutler says:
hahaşlasd
Gaku says:
Sözlük
parasutler says:
hahahahahhahahsahjsbdkjsfdjdlfkjldkfmblmsgbş
fincan {hamsi tava yaparim} says:
ehehehehehehe
fincan {hamsi tava yaparim} says:
kljj;lgsh;aghds
Gaku says:
full name is
Gaku says:
Dini Sözlük
parasutler says:
jakljsdlfklksdfjdf

kop. diniyi de sözlüğü de nerden buldu bilmiyorum ama resmen yere düştüm.

Kasım 17, 2006

 

ama basmakalıplar kötüdür .

I shut my eye and all the world drops dead;
I lift my eyes and all is born again.
(I think i made you up inside my head.)
- slyvia plath.

düşünecek bir sürü önemli şey varken "çikolata yersem uykum kaçar mı" gibi aptal aptal şeyler düşünmekten bıktım. gelecek kaygısı falan da hasta ediyor beni. sadece arkadaşlarımı özlemek istiyorum hiçbir şey düşünmeden. çünkü arkadaşlar iyidir. kahveleri, çayları, güzel sesleri, kokuları, saçmalıkları, kasvetleri, zen dolu sessizlikleri falan vardır. arkadaşlar günü kurtarır.

odama geldim ve o kadar müzik dinlemek istiyordum ki. odama sadece bu yüzden bile gelmiş olabilirim. sufjan stevens - chicago açtım bir de, akustik. çayım da soğudu ve düşünüyordum, bir sürü bir sürü hata yaptım, bir sürü hata yaptım hayatımda derken sufjan. "evet, şarkımızı dinledik, şimdi düşünelim bakalım bizler hayatımızda nasıl hatalar yaptık" diyen otoriter bir kadın imajı belirdi sonra gözümün önünde. ama düşündüm. düşündüm. sanırım ben de bir sürü hata yaptım ama bir insan nasıl hata yapar bilmiyorum. hata başlı başına bir oksimoron bence. sahiden, başka bir şekilde yaşıyor, ya da yaşayacak falan olduğumuzu gerçekten nasıl hayal edebiliriz ki? saçmalık. yaptığımız şey kötü sonuçlara varmasa hata olmayacaktı hiç. aslında hata değildi. sanırım hata yaptım ile sanırım yaptığım şey hataydı arasında fark var mı? aman . belki tam şu an yaptığım şey de hatadır, bunu ne zaman bilebileceğim ben? acaba daha fark edeceğim kaç hatam var. acaba hala fark etmediğim ne kadar hata yaptım? bazılarını hatırlıyorum, utanç duymam gereken bir iki şey var biliyorum. hala midemi bulandırabilen bazı şeyler var. evrim sürecinde utanç oldukça yararlı olmuştur eminim. insana dair tüm duygular kabülüm, utanç bile olsa. utançla yaşayabilirim. hiç izlerini göremediklerim oluyor arada. canımı bir sıkıyor varlıkları. homo sapiens sapiens türünün evrim sürecindeki tek hata olduğunu düşündürüyor sadece.


Kasım 13, 2006

 
chat parasutler vol. 2

silgi:
beynimiz var mıymış bizim o zaman ya
silgi:
bu ne biçim gülme
parasutler:
hahaha
parasutler:
laksdşkasd
parasutler:
işte, akıl yaştadır baştadır diye boşuna demiyorlar
parasutler:
o kadar sallarsak tabii olmaz kafayı
silgi:
akıl yaştadır baştadır ne ya hahahahah
silgi:
sdkfj
silgi:
jhsd
silgi:
sd
parasutler:
jaskdjhasjkdhsfkhjdf
parasutler:
oha kahkaha attım
parasutler:
hahahahaha
silgi:
rezil oldum ya hahahaha
parasutler:
terledim resmen ya
parasutler:
teallaam
silgi:
salak djfs

Kasım 12, 2006

 

i dont want to die without any scars.

"it seems to me now that the plain state of being human is dramatic enough for anyone; you don't need to be a heroin addict or a performance poet to experience extremity. you just have to love someone." nick hornby - how to be good

 

babel. silence. silencio.

karmaşa, gürültü, binbir önyargı ve basmakalıplar içinde birbirine bir şeyler anlatmaya çalışan insanlar. seslerini sadece kendilerine duyurabiliyorlar. başkaları duysa da, anlamıyor. farklı dillerde konuşuyorlar çünkü. sürekli. durmadan. hastalıklı bir şekilde. susmadan.

biz de farklı dillerde konuşuyoruz, japon restoranında en sevdiğimiz, en "cozy" köşe masada. çinli ya da kanadalı olduğunu sandığımız çok şeker bir kızcağız (çünkü son gittiğimiz sefer japonca bilmediğini söylediğini düşünüyoruz, hatta eminim nedense buna) her şeyin yolunda olup olmadığını sormak için masamıza geliyor her 10 dakikada bir. yeşil çay istiyoruz. aptal oyunlar üretmekte üstüme yok. ben türkçe, birimiz hindice, biri de japonca konuşuyor. salak salak konuşuyoruz işte birbirimizi anlıyormuş gibi, çok eğleniyoruz. japon bana bir şey söylüyor ama bunun ne olduğunu gerçekten merak ediyorum, diyaloğun (?) en başından beri merak ettiğim tek cümle. o sırada çinli sandığımız kız masada bitiyor ve gülüyor. ben de ona dönüp, sadece boşboğazlığımdan (çünkü japonca bilmediğine çok eminiz), "anladın mı ne dediğini?" diye soruyorum. kız, "evet" der demez bizim japon "holy shit, holy shit" diyor ve kıpkırmızı kesiliyor. kız "söylememi ister misin" dediğinde, japon "peki" diyebiliyor ve kaşığına sarılıyor bize bakamadığından. kız, "gözlerinin çok güzel olduğunu söyledi" diyor. -susuyoruz-. ben de bir şey diyemiyorum ve çorbama dönüyorum, o sırada bir ton romantik komedi film sahneleri geçiyor aklımdan, hemen ilk beşe giriyor ve daha önce aklımdan geçen hiçbir romantik sahnede bir japonun yer almamış olduğunu farkediyorum. çok şeker yahu. ben orda "hey ne dediğini bilmiyorum ve bence bu oyun çok sıkıcı olmaya başladı zaten bi ton para harcadım ama hala salatalıklı sushi yemek istiyorum. başka ne desem işte bişeyler diyorum hatta bu söylediklerim hala türkçe, türkçeçokşeydiyebiliyorumben" falan diye saçmalarken, birinin "gözlerin çok güzel" diye japonca saçmalaması kendimi kötü hissettiriyor gerçekten. pencereden dışarıda oynayan arkadaşlarına bakan yaşlı çocuklar gibi hissediyorum.

Kasım 11, 2006

 

saklanmış. yıldızlar.

belki de sekizinci kez deneyişimin ardından yataktan çıkabildim. "istemek ve başarmak, ne kadar tuhaf sözcükler...". bi yerlere gitmeli. çay içip kitap falan okumalı.
bir daha ida'nın, ten small paces albümünü açmamalıyım uyandığımda. özellikle gün karanlıksa ve soğuksa. bir de albüm zaten kırıksa.

Kasım 07, 2006

 

gerçek iş bekler.

şimdi sonraki otuz saat boyunca ders çalışmam lazım ve kahve kupam bile yeterince heyecanlı değil başlayabilmem için. son iki saattir. procrastination kraliçesiyim. duruyorum duruyorum böyle, sanki başladığım an bitecekmiş gibi, sanki başladığım an hemen hiç şikayet etmeden tıkır tıkır gidecekmiş de bitecekmiş gibi ama iki saat başlamayı düşünmenin ardından başlayınca, sekizinci dakikasinda kalkıp çorap toplamaya başladım, sonra bilgisayarıma geçip moda fotoğraflarına falan baktım hiç böyle dertsiz tasasız. hiç anlayamadım bunu neden yaptığımı. ders çalışmayı başka şeylere sorunsuz bir şekilde tercih edeceğim gün sanırım dünya başka bir süperkahramana tanıklık edecek. ya da belki bir ikinci ütopya kitabı yazılabilir bunun üstüne hah hay. bilemedim.

chat parasutler vol. 1

parasutler says:
sen consciousness donem odevini ne ustune yazmistin ki
arizona says:
hayvan bilinci üzerineydi... enteresan bi anıdır, öğlen yemeğinde tavuk yerken bitirmiştim ödevi, ve hayvanların bilinçli olduğunu savunuyodum
arizona says:
tabi sonra iddiamı değiştirdim edebiylen
parasutler says:
ahhahaha
pes.

Kasım 06, 2006

 

benimle diskoda buluş.

dün gece komşuları "the science of sleep"e çağırdım. dünya üzerindeki en sevimli "japaaaaan" gak'u (gak! diyorum ben kısaca), koşarak geldi benimle. filmi benden çok sevdi. ben biraz sıkıldım ama sıkılganlığımdan. yoksa film tabii ki güzel. ama müzik motive edemedi beni sanırım.
"beni neden çok sevdiğini şimdi anladım, herkes çok sıkıcıymış." gibi bişeyler karaladığımı buldum rüya defterime. tanıdıktı ve kaybettiğim bir tanıdıklığı özler gibi sevdim.
karları çıtırdatarak geri döndük masadaki çay poşetlerine. klasik kısa hikayeler üzerine söyleyebileceğimiz en fantastik şeyleri söyledik. sylvia plath andık ve sustuk. tokyo veya winnipeg'de olmanın yabancılaşma üzerinde etkisiz eleman olduğuna karar kıldık ve lost in translation'ı sevdik.

Kasım 03, 2006

 

the disposable desire.

bugün bitmek bilmeyen günlerden bir başkası (saat bin, uyumadım ama uyumayacağım anlamına gelmeyen bir uyumadım ve şimdiden nefis bir kahvaltı planı yaptım ve parantezi kapattım). okuldan, ayağımın altındaki yarı buz karları çıtlatarak evime gelip, yemek yapıp american beauty izlerken bir yandan yemeyi (e hepp yemek?), işte böyle şeyleri falan planladım. filmi tekrar izlemeliyim dediğim gece cnbc-e'de gösterilmesi ayrı tuhafmış. bu filmin benim için ne kadar değerli olduğuna ancak "değinebileceğimi" sanıyorum, içimde bir şeyleri büyütmüşlüğü dün gibi. bugün de tekrar izliyor olmanın, ve nefis hissediyor olmanın sevinciyle aklıma geldim. saçmasapan, fenomenolojiden öteye geçemediğimiz bir sınıfta yaptığım sunum notlarımın başına kendime bir not yazmışım, unutmuştum bile, afacan. işe yarayacağını pek tahmin etmezdim ama yaklaşık iki saat "bullshit" konuşuyor olmanın üzerine, başlamam gereken an öyle güzel süslendi ki bir an, yenilenmiş hissettim. o hissi taşıdım eve. odama. yemeğime. filme, hasta olduğum adama (tabii ki spacey) bakan gözlere. sanırım onun da tam yenilenmiş hissettiği bir andı ve şöyle dedi, "its a great thing when you realize that you still have the ability to surprise yourself". durdum. karşılaşıp konuşan iki insan geldi aklıma. biri diğerine hiç haberdar olmadığı bir şey anlatıp duruyor, durum çaresiz. anlatıcı olan aktif, pasif dinleyici, ya anlamaya, ya hatırlamaya çalışıyor ve lanet olsun işte bilmiyor adam. ordan nasıl oluyorsa bir üçüncü kişi dahil oluyor diyaloğa, "haaa, şundan bahsetmiyor musun?" diye. aktif adam parlayan gözlerle ona dönüyor ve şevkle devam ediyor anlatmaya. artık birlikte.
öyle bir birliktelik anı yaşadık işte. filmler böyledir sanki. hem pasif hem aktif olandır. dokunarak itmez bizi. bizim "onu" gördüğümüzü sandığımız an, aslında onun da bizi "görebildiği" andır. bu yüzden büyütür içimizdekileri.

eskişehir'de bir bar geldi aklıma sonra. 2001. o zamanlar yeni açılmıştı, ismini bile hatırlamıyorum ama oğlumla ikinci içkimizi içtiğimiz, ilk iddiamıza sahne olmuş bir bardı. hatta o gece bile olabilirdi. bazı tınılar geliyordu kulağıma ve ne olduğunu hatırlamaya çalışıyordum, ne olduğunu hatırlamaya çalışıyordum. bir şeyleri hatırlamaya çalıştığım bir kaç saniyeyi beş sene sonra hatırlamam çok saçma. sonra günlerce o melodiler yine gezindi aklımda ve bir hafta sonra falan hatırlamıştım. plastic bag theme.

hafıza, içinde en iyi değişim olan anları barındırır. bir an, bir kelime veya bir bakış sende bir şeyleri değiştirmiştir ama onu hatırlayamazsın. o "anı" hatırlarsın. belki mavi bir vazoya bakıyorsundur veya çalan şarkıyı mırıldanıyorsundur o an. ya da, aklın karışmıştır. bir yandan bir şeyleri hatırlamaya çalışıyorsundur, belki. birden, tatlı bir gülümseme seni değiştirir, geleceği çizer. sen bunu hatırlayamazsın. ama o değişim o anı hep hatırlatır. vazo belki yeşildir. neden oradaki yeşil vazoyu hatırladığını düşünürsün.. belki de bu bizi daha da kanatmamaya yarayan bir savunma mekanizmasıdır.

bazı küçük plastik (ama küçük ve plastik kaldığı sürece aslında sonsuza kadar sürebilecek) neşeler daha büyük arzulara iter insanı. ne olduğunu bilmediğimiz bir sürü şeyi isteriz, ve sonucunda bir o kadar da ne olduğunu bilmediğimiz bir sürü şey sıkar canımızı. hatta bazen bir şeyi çok isteriz, o kadar çok isteriz ki, kör eder bu bizi. sonra bir şekilde görmeye başlarız ama artık sımsıkı yummalıyızdır gözlerimizi.

"be careful what you wish for."

midem bulanıyor. şu an, bugün bir arkadaşımı tavuk kılığında yumurtaların üstünde otururken muhteşem imgeleyebildiğim için sonraki 10 dakika boyunca kalp krizine varabilecek kadar abaran kahkahalarımı hatırlayıp eğlenmek istiyorum.

Archives

10/2006   11/2006   12/2006   01/2007   02/2007   03/2007   04/2007   05/2007   06/2007   07/2007   09/2007   11/2007   12/2007   01/2008   05/2008   06/2008   09/2008   10/2008   03/2009   05/2009   09/2009   01/2010   08/2010  

This page is powered by Blogger. Isn't yours?